Cahit Külebi ayrıca derslerle ilgili bilgilerde veriyor anılarında:
“Orta ikinci sınıfta Fransa’da eğitim görmüş, Darülfünundaki Müderris Muavinliğini bırakarak Sivas’a gelmiş bir Doğabilim öğretmenimiz vardı. Okulda laboratuar bulunmadığı halde, bulur buluşturur, deneyler yapardı. Birkaç bitkibilim tablosu da getirtmişti. O tablolar bana doğayı, bitkileri ve renkleri sevdirdi. Ozanlığımı etkiledi dersem abartmış olmam. İkinci sınıfta hayvan bilim okuduk. Bu kez de öğretmenimiz bizlere kurbağa açarak iç örgenlerini, özellikle yüreğini tanıttı. Bahçede bol bol kurbağa vardı. Öğretmenin bu deneyini birkaç öğrenci de, derslerde, ders dışında uyguladılar. Kurbağanın yumuşacık, ak karnını jiletle yarıyorlardı. Kurbağa uzun süre ölmediği gibi yüreği de kapağı açık bir saat gibi durmadan çalışıyordu. Ne yalan söyleyeyim, bu işten bitkibilim tablosu seyretmek gibi hoşlanmadım. Kurbağaya da, jilete de el sürmedim.”
O dönemde gençlerin kızları görmek için nelere katlandıklarını da bakın nasıl anlatıyor:
“Sivas’a gittiğimde, bizim Niksar’dan Seyit Ömer, gezdirmek bahanesiyle beni aldı, Dutluk diye bir kır yerine götürdü. Büyük bir tarlanın dört yanında söğütler dikiliydi. Belki birkaç dut ağacı da vardı ya, göremedim. Her ağacın dibinde üç dört delikanlı oturmuş, kimi ayakta nöbetçi gibi tarlayı gözetliyorlardı. Tarlanın ortasındaysa, Kız Öğretmen Okulu öğrencileri tutsak kampındaymış gibi yığılmışlardı. Kimi oturuyor, kimileriyse oyun oynuyorlardı. Bu okul öğrencileri bütün hafta boyunca okulda hapishane yaşantısı sürdürdüklerinden okul yönetimi hava almaya çıkarıyormuş. Bir koyun sürüsü gibiydiler. İlkokulda sınıf arkadaşım Lütfiye’de herhalde aralarındaydı. Ama o denli utandım ve sıkıldım ki, Seyit Ömer’i çekip oradan kaçtım. Sonra öğrendim ki, bizim gözetleyiciler, şu kıza baktın, bu kıza laf attın diye hemen her hafta Dutluk’ta savaşırlarmış. İki yıl sonra Sivas’a tren geldi. Bizim lisenin arkasına koca İstasyon Caddesi açıldı. Sivas biraz daha soluk aldı. Artık, kim cumartesi ya da Pazar akşamları kızları sıraya sokup istasyona kadar götürüp okula dönüyorlardı. Zavallı kızların bütün görüp görecekleri buydu. Bir akşam, okulun bahçesindeydim. Baktım Kız Öğretmen Okulu öğrencileri ikişerli sıra dizilmiş yürüyorlardı. Önlerinde, arkalarında yığınla çocuk ve genç. Bir de ne göreyim, sınıf arkadaşım Merzifonlu Çarliston Enver Bey (Biz ona böyle derdik), boynunda dürbün kızlardan on adım kadar arkada dürbünü gözüne götürüp götürüp kızlardan nasibini alıyor. Utandığı falan da yok. Ben utandım içeri kaçtım. Arkadaşlar da kızlardan utandığımı sandıkları için bir süre benimle alay ettiler.”
Cahit Külebi okuldaki kabadayı öğrencileri ve onlarla ilgili gözlemlerini şöyle anlatıyor:
“Tanko Memet, ‘Ah bir yiğit arkadaşım olsa, bir gece Kız Öğretmen Okulunun helasına inerdim’ der dururdu. Sınıf arkadaşıydık. Ben on iki, on üç yaşındayken, o rahat on sekizine merdiven dayamıştı. Uzun boylu, karayağız bir halk çocuğu idi. Lisenin önünden taş attığında Çifte Minarelerden birinin tepesini vururdu. Biz orta ikinci sınıfın A şubesindeydik. Okulda ne kadar haylaz, yaşını başını almış öğrenci varsa, hepsi de Memet’in okuduğu ikinci sınıf B şubesinde toplanmıştı. Bu öğrencilerin çoğunluğunu Kaleiçi’nden yoksul halk çocukları oluştururdu. Hepsi de yaşlarında okuyamamış, yıllarını yitirmişlerdi. Çoğunluğu belki de aç büyümüştü. Bu yüzden aç kurtlar gibiydiler. Çoğunlukla küçük yaştaki çocukların, kendilerinden çekinmesi gereken bir tutum içindeydiler. Kör Rüştü’nün kardeşi Halis (Ağabeysine dayı bile denmez, rezil diye anılırdı), Filiğ’in oğlu, Ali Dayı, tanınmış bir aileden olduğu halde bu şubeye verilen Saçlılardan Çerkez Hilmi, Tanko Memet, Yamalı İzzet, Dadaş’ın oğlu Ahmet bu şubenin ileri gelenlerindendi. Aynı sınıfta okuduğumuz halde yanaşıp konuşamadığımız bu kabadayılar sınıfında, başta Tanko Memet, sonra Yamalı İzzet ile Dadaş’ın oğlu ayrı nitelikteydiler. Erkek çocuklarına bakmazlar, hovarda delikanlı görünümündeydiler. Şimdi düşünüyorum da onların hepsini sevgiyle anıyorum. Benden büyük oldukları için, sağ kalanları varsa herhalde seksenine yaklaşmışlardır. Onlar, “Hababam Sınıfı” değil, yoksullar sınıfıydı.
Bu çocukların büyük bir çoğunluğu çok yoksuldular. Katıksız ekmek yemiş, belki zeytini bile görmemişlerdir. Eski alışkanlıkların yanı sıra genel yaşantıya tepki duymuşlardı. Spor yapamamışlar, bir serüven romanı bile okuyamamışlardı. Elbette böyle yabanıl, hoyrat, yırtıcı olacaklardı. Tanko Memet küçükken babasının durumu biraz iyi olmalı ki, kendisine kısa pantolon giydirmişler. O yüzden Tanko lakabı takılmış. Ezik, edilgen bir durumu benimseyemediği için de dayılığa başlamıştı. (Sivas’ta ‘dayı’lık, efelik anlamında kullanılır. Daha düşük düzeyli lümpen takımına ise ‘rezil’ denilirdi.)
Tanko Memet’in kötüye yönelik davranışlarını görmedim. Haksızlıklara, saldırganlıklara karşıydı. Tanko Memet’i tanıdığım sırada, babası yoktu. Bir yoksul anası ve kız kardeşi vardı. Bir kez, Kabakyazısı’nda lise ile öğretmen okulu öğrencileri futbol maçı yaparken, liseli çocuklara dışarıdan laf atanlar olmuş. Memet bunu kendine yedirememiş. Saldırganlara girişmiş. Ama onlar çoğunluktaymış. Memet’i öyle dövmüşler ki, yaralı bereli olmayan bir yanı kalmamıştı.
Bir sabah, ‘Tanko Memet’i vurmuşlar’ dediler. Akşam eve gelmiş. Yemeğini yedikten sonra toprak dam evinde soyunup yatmaya hazırlanırken dışarıda pusu kuran biri camdan birkaç el ateş etmiş, o yiğit halk çocuğunu öldürmüş. Öldürülen altı arkadaşım gibi onu öldüren de bulunamadı. Bizim Koca Memet kim vurduya gitti.”