Başlıktaki “Adanmışlar” sözcüğü, Faruk Yücer'in ikinci kitabının adı. (Aslında üçüncü kitabı olduğunu; yazarın 2010 yılında, “Üniversiteye Hazırlık ÖSS/ Türkçe” adında bir kitabı bulunduğunu sonradan öğrendim.)
Faruk Yücer'i doğup büyüdüğü kentin insanları, yani Niksarlılar iyi tanırlar. Adanmışlar, bir yönüyle, önceki kitabı olan ve kendisi üzerinde büyük izler bırakan dedesi Talip Ağa'yı, ailesinin geçmişini anlattığı kitabının devamı da sayılır. Çünkü her iki kitap da özyaşamöyküsel (otobiyografik) özellikler taşıyan niteliktedir.
Kişilerin yaşam öykülerini anlattıkları kitaplar “anı” kitapları sınıfına da girerler. Belli bir dönemin siyasal, sosyal ve ekonomik olaylarına da ışık tuttukları için önem taşırlar.
Faruk Yücer, yaşça benden küçük bir meslektaşım. İkimiz de Tokat Öğretmen Okulu ve sonrasında eğitim enstitüsü edebiyat bölümü çıkışlıyız. Ancak ben Tokat Öğretmen okulunun ilk, o ise benden onbir yıl sonraki mezunlarından. Eğitim enstitüsü olarak ta ben Balıkesir Necati Eğitim'den o ise Bursa Eğitim Enstitüsü'nden…
Faruk Yücer, “Adanmışlar” kitabında doğumundan başlayarak, 30 yıllık devlet görevinden sonra emekli olduğu güne kadar ki tüm yaşamını anlatır.
Yaşamım, bir bakıma farklı olsa da Faruk Yücer'in yaşamı ile benzerlikler gösterdiği için “Adanmışlar” ı bir çırpıda okudum. Bunda, Sayın Yücer'in anılarını bir roman havası içinde ve akıcı bir biçemle (üslupla) yazmasının da payı var.
*
Kitap, Ankara'da Platanus Kitap tarafından basılmış. Karton kapak, orta boy, 369 sayfa. Kitapta fiyat belirtilmemiş. Kitabın imtiyaz ve yayım hakkı Platanus Kitap'a ait gösterildiği için platanuskitap@gmail.com adresinden, ya da “kitapyurdu.com” dan 85.25 TL. ücretle temin edilebilir.
*
Adamak sözcüğü, -i'li –e'li tümleç alan bir eylemin adıdır. Kutsal bir güce, bir dileğin yerine gelmesi durumunda iyi bir hizmette bulunmak anlamına gelir. Kendini bir şeye adamak ise, önemli saydığı bir şey uğruna kendini bütünüyle vermek anlamını taşır. Kitabı okuduktan sonra, Sayın Yücer'in kitabına “Adanmışlar” adını neden verdiğini düşündüm. Sonunda, kendinin ve dâva arkadaşlarının, inandıkları ideoloji –ve de öğretmenlik mesleğine- adanmış kişiler oldukları için bu adı seçmiş olabileceğini düşündüm. Tabiî bu benim kişisel düşüncem. Yazar başka bir şey düşünmüş olabilir. Ancak, yazarın kitabın başına koyduğu ve “Ben bir öğretmenim!” diye başlayan ve adeta kitaba bir önsöz sayılacak içerikteki yazısı, “Adanmışlar” konusundaki benim düşüncemi doğrular niteliktedir. Sayın Yücer, “Kişisel olarak benimsediğim, ülkem için faydalı olduğuna samimi olarak inandığım bir dünya görüşüm var.” “adanmışlık duygusu, imkânsızı mümkün kılma azmidir” diyor.
*
Steinbeck, Gazap Üzümleri romanına, Oklahoma topraklarını anlatarak başlar. Faruk Yücer de, gerçekten bir roman tadındaki kitabına, İlk çocukluk ve gençlik yıllarında üzerinde yaşadığı bölgeyi tanıtarak başlamış.
Dağ doruklarını, “çal” adı verilen devasa tepeleri, Niksar'ın ünlü Keltepe'sini, yaylaları ve buralarda otlayan koyun sürülerini coşkulu (lirik) bir biçimde tanıtmış.
Yücer, doğumundan başlayarak, ilkokul, ortaokul ve öğretmen okulu dönemlerini, her köy ve kasaba çocuğunun yaşadığı biçimde geçirir. Zeki, çalışkan ve arkadaş canlısıdır. Al yanaklarıyla sağlıklı bir görünüşü; şakacı ve kimseyi incitmeyen bir yaramazlığı da vardır.
Öğretmen okulunda ders dışı kitaplar da okumaya başlar ve bu tutkusunu sonraları da devam ettirir. Bu dönem onun siyasal görüşünün de şekillenmeye başladığı bir dönemdir. Okulu bitirince bir yıl Niksar'ın bir köyünde öğretmenlik yapar.
*
1960'lı yılların ikinci yarısından başlayarak 70'li yıllar, Türkiye üzerine oynanan oyunların en belirgin olduğu yıllardır. Emperyalizmin değişmez parolası olan, “Böl, parçala ve yönet” ilkesi devreye sokulmuş, ülke gençliği “sol” ve “sağ” olarak iki kampa sokulmuştur.
Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil, bir şiirinde “anlamadan devrimci, bilmeden faşist” der.
O yılları yakından yaşayan biri olarak son derece iyi biliyorum ki, ne devrimciler, kabaca, “bir toplumun yaşamında önemli işlevleri bulunan kurumların hızlı ve geniş kapsamlı bir biçimde kökten değiştirilmesi” anlamına gelen “devrimi”; ne de faşistler “demokratik düzen yerine, aşırı çarpıtılmış bir ulusçuluğa dayanan bir baskı düzeni olan ve tüm yetkilerin tek partinin ve tek kişinin elinde olduğu “faşizmi” bilmiyorlardı.
Sayın Yücer, böyle bir ortamda 1970 yılında Bursa Eğitim Enstitüsü'nde, kendilerine “ülkücü” “Bozkurt” diyen grubun “millî refleksini okşayan” “vatan” “Bayrak” “ülkü” sözleriyle o gruba katılır.
Bilindiği gibi, “ülkücülük” MHP'nin (Milliyetçi Hareket Partisi'nin) Türkçülük ve İslamcılık üzerine temellenmiş kurucu ideolojisinin bir bölümüdür. (2) Her ne kadar Türkeş, bunu Atatürkçülük'le bir tutsa da, Atatürk milliyetçiliğinde din ve ırk ayırımı yoktur. Atatürk'e göre ulus (millet), geçmişte bir arada yaşamış, bir arada yaşayan, gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında olan, aynı vatana sahip, aralarında dil, kültür ve siyasî birlik olan insanlar topluluğudur.
Faruk Yücer, eğitim enstitüsünde okurken –sonradan eşi olan- okul arkadaşıyla tanışır. Okul bittikten sonra, orta öğrenimdeki öğretmenlik serüveni Elâzığ – İçme Ortaokulu'nda başlar. Mesleğinde yükselmeler, sürülmeler, ayrılmalar, tekrar mesleğe dönmeler, çatışmalarla geçen bir süre içerisinde emekli olur.
Kitapta çok sık olarak farklı görüşlere saygı gösterilmesi, insan sevgisi vurgulanmıştır.
Yazar, kişisel düşüncesini ve duruşunu açıkça ortaya koymuş ve doğal olarak ta karşı görüşten olanların kendilerine nasıl saldırdıklarını ayrıntılarıyla anlatmıştır. Ancak, desteklediği dünya görüşünden olanların, karşıtlarına olan tutumlarından pek söz etmemiştir. “Ya sev ya da terket”, “Komünistler Moskova'ya” sloganlarıyla karşıtlarına saldıran bu paramiliter örgütün 1 Mayıs 1977'deki Taksim saldırısından ben de payımı almıştım. Bu konuyu fazla uzatmak istemiyorum.
Zaten Sayın Yücer de o günlerde yaşananların bir daha yaşanmamasını insanlar arasında kardeşlik, dostluk sevgi ilişkilerinin egemen olmasını istemektedir.
*
Emperyalizmle savaşarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin yakın tarihiyle ilgilenenler açıkça görürler ki, 2. Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllar –özellikle 1946 yılı ve sonrası- ülkemizin tekrar emperyalizmle tanıştığı yıllardır. İngiliz emperyalizmi, yerini Amerikan emperyalizmine terk etmiştir.
12 Mart 1947'de hazırlanan Truman Doktrini; 1948-1951 yılları arası yürürlüğe konulan Marshall Planı ve 27 Aralık 1949'da ABD ile Türkiye arasında imzalanan, fikir ve isim babası Amerikalı Senatör J.William Fulbright olan eğitim anlaşması ile ülkemiz tekrar emperyalizmin kucağına oturtulmuştur.
İkinci Dünya Savaşını, sonrasını, Türkiye'ye etkilerini ve yukarda sözünü ettiğim anlaşmaları iyi –ama çok iyi- bilmeden ülkemizin yakın tarihini ve bugününü kavramak, anlamak olanaksızdır.
Truman Doktrini ile güya Türkiye'ye yardım eden Amerika, o yıllarda ülkemizde yürürlüğe konulan 5 yıllık kalkınma planlarının kaldırılmasını ve Köy Enstitüleri uygulamasına da son verilmesini de istemekten geri durmamıştı. (1)
Bundan 74 yıl önce ABD ile imzalanan Fulbright eğitim anlaşması ile her iki ülkeden 4'er kişiden oluşan bir komisyon kurulmuş, bu komisyonun başına da Türkiye'deki ABD diplomatik heyetinin başı olan kişi atanmıştı. Yani bir bakıma Türk eğitiminin başına bir Amerikalı getirilmişti. Gayet masum görülen bu kurul ABD'nin ülkemizde, her alanda örgütlenmesini; zeki, yetenekli gençlerin Amerika'da eğitilmesini sağlamıştır. Bunlardan Amerika'ya yararlı olacaklar dolgun ücretlerle orada bırakılmışlar, diğerleri de Türkiye'ye dönmüşlerdir. Dönenler tamamen Amerikanlaşmışlar ve devletin önemli yerlerinde görevlendirilerek emperyalizmin hizmetinde kullandırılmışlardır.
*
Sayın Yücer kitabını Erzurumlu Hakkı Efendi'nin şiirinden alınmış –ama ilk dizesi yazılmamış- bir bölümle bitirmiş.
Ben de yazımı aynı şekilde bitirirken Sevgili hemşerim ve meslektaşım Faruk Yücer'i kutluyor, yeni çalışmalarının vereceği ürünleri bekliyorum.
Hak şerleri hayr eyler / Zannetme ki gayr eyler / Ârif ânı seyr eyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.
*
(1)Sayın Yücer kitabının 77. Ve 78. Sayfalarında Köy Enstitüleri'nin kuruluş ve kapatılışlarından söz ederken, bu kurumların “27 Ocak 1954'te kapısına kilit vurulmuştur” diyor. Bu, ilk bakışta doğru gibi gözükse de, 1954' olan şey bir cenazenin kaldırılmasıydı. Rıfkı Salim Burçak'ın Milli Eğitim Bakanı olduğu Adnan Menderes 2. Hükümeti döneminde, 27 Ocak 1954'te resmen kapatılarak, adları Öğretmen Okulları oldu.
Ancak, Köy Enstitülerini Köy Enstitüsü yapan temel ilkelerin yok edilmesinin başlangıç tarihi CHP'nin tek başına iktidar olduğu, Şükrü Saraçoğlu 2. Hükümeti döneminde Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in bakanlıktan alınarak yerine tutucu kimliğiyle tanınan Reşat Şemsettin Sirer'in 5 Ağustos 1946'da atanmasıyla başlar. Yani Saraçoğlu 2. Hükümetinden sonra, 7 Ağustos 1946'da kurulan Recep Peker Hükümeti'nde Hasan Ali Yücel'e özellikle yer verilmemiştir. Sirer, TBMM'de –kendisinden beklenildiği üzere- 29 Ağustos 1947'de yaptığı konuşma ile “Köy enstitülerini köy enstitüsü yapan tüm özelliklerin ortadan kaldırıldığını çok açık bir biçimde ifade etmiştir. Bu zat, daha sonraları TBMM'de yaptığı konuşmada, köy enstitülerinin kuramcısı Hakkı Tonguç için: “Bu adamı defederken hiçbir yerden mukavemetle karşılaşmadım” şeklinde onur kırıcı (hakaretamiz) bir dil kullanmıştır. Hasan Ali Yücel ve Hakkı Tonguç'a diş bileyen, gerici kimliğiyle tanınan Reşat Şemsettin Sirer'in ortadan kaldırdığı bu özelliklerin en önemlileri şunlardı:
*İş Eğitimi ilkesi (Bu, iş içinde, iş aracılığıyla, üretim amaçlı eğitim demekti. Ezbere dayanmayan uygulamalı bir eğitimdi. Bilgi depolamayı değil, öğrenme yollarını öğreten bir yöntem uygulanıyordu.)
*Öğrencilere okuma bilinci kazandırılması (Hasan Ali Yücel'in kurduğu Tercüme Bürosu tarafından Doğu'nun ve Batı'nın 496 klasik eserinin Türkçeye çevrilmesi sağlanmış ve bu kitaplar köy enstitülerinde okunmaya başlanmıştı. Her öğrenci, bir yıl içinde 25 klasik eseri okumak zorundaydı. Her köy enstitüsünün çok zengin birer kitaplığı vardı. Her sabah saat 7.5 tan sonra serbest okuma saati başlıyordu.)
*Eleştiri – özeleştiri (Bütün enstitülerde cumartesi günleri eleştiriye ayrılmıştı. O gün bütün okul öğrencileri, öğretmenleri ve müdürleriyle buluşur, geçen haftanın bir değerlendirmesini yapar, yanlış uygulamaları eleştirirlerdi. Bu eleştirilerden müdür, öğretmen, öğrenci, aşçı vs. okulda çalışan herkes nasibini alırdı. Savunmalar da, alanın ortasında herkesin gözü önünde yapılırdı.)
*Okul yönetimine katılma ve örgütlenme (Köy enstitülerinde demokrasi bir yaşam biçimi haline gelmişti. Her enstitü sanki öğrencilerce yönetiliyordu.)
Bunların dışında Yüksek Köy Enstitüsü'nün kapatılması, Enstitülerin uygulama ve üretim yaptıkları arazilerin ellerinden alınması, karma eğitime son verilmesi vb. gibi birçok uygulama ile köy enstitüleri felsefesi çökertilmiştir.
Yeni dönem ise, okullara din derslerinin konulduğu, imam hatip okullarının açılmaya başladığı dönemdir. Yani artık köy enstitülerinde uygulanan “iş içinde, iş aracılığı ile iş için yapılan eğitim” sonlandırılmıştı. (Okuyucudan özür dilerim. Bu konuyu çok önemsediğim için böyle uzun bir açıklama koydum. H.K.)
(2) Ben hiçbir siyasi partinin körü körüne fanatik bir yandaşı değilim. Ancak Ülkemdeki tüm siyasi partilerin kuruluş şekillerini, nedenlerini, programlarını merak edip öğrenmişimdir. MHP üzerine de çeşitli yazılar yazmışımdır. Bu yazılardan biri “MHP Üzerine…” başlığını taşır. İnternette bir arama motoruna bu başlığı, benim adımla birlikte yazarsanız yazıya ulaşabilirsiniz.