**Bizim çocuk olduğumuz yıllar, bazılarının ellili-altmışlı- yetmişli yaşlarını yaşadıkları zamanlardı haliyle..Bir şey dikerken, mesela çorap yamarken biz çocuklara iğneden ipliği geçirme işi düşerdi..ve biz şunu hayalimize konduramazdık: Bir gün gelecek, yakın gözlüğü kullanacağız !!! Acaba saçlarımız da ağaracak mıydı veya ikibin yılında kaç yaşında olacaktık...Çok uzak olasılıklardı bunlar..
**Mangal maşası..bu sadece bir Ege türküsünde geçmez, o zamanlar hayatımızın parçası, sobanın iş arkadaşıydı.. Sobadaki ve eğer fırın yakılmışsa fırının önündeki közler eğiş yardımıyla mangala çekilirdi. Soba olmayan odalar bununla ılınırdı ..Üzeri külle örtülür, arada bir karıştırılırdı..Asıl güzelliği ise mangal üzerinde ve lacivert çinko çaydanlıkta demlenen çay ve tıngır tıngır tabiriyle (özellikle dolma, sarma veya patlıcan musakka gibi) ve bakır kaplarda pişen yemeklerdi. Kahve de öyle.. Biz çocuklara kahve yasaktı: “Kararırsınız” derlerdi..fakat gizlice ve hem de çay bardağıyla içerdik..
**O zaman menemen yoktu, “domates biber yemeği” derdik, o revaçtaydı. Omlet -krep falan da 'akıtma' olarak geçerdi. Yediğimiz bazı yiyeceklerin 'acı' çıkma olasılığı vardı: Patlıcan, salatalık mesela...Bazı meyvelerden de yarısı kesilmiş kurt çıkmasını tercih etmezdik.
**Çamaşırlar bahçeye gerili iplere asılırdı. Hele kışın, kalıp gibi donmuş kıyafetler çok gülünç olurdu..Kıyafetleri kömür ütüsüyle ütülerdik, ütü çok ağırdı, ütü için komşular birbirlerinden köz isterlerdi....Bir başka ütülediğimiz şey de çikolata kağıtlarıydı; tırnak ütüsü yapıp defterlerimizin arasına koyardık..o kadar çekici ve janjanlıydılar ki...
**Babalarımız sonraları işe girdiklerinde artık bir daireleri olmuştu ve biz de 'daire' nasıl bir yer merak ederdik normal olarak..Şu an Postane olan yerdeydi, bir akşam babam bizi işyerine götürmüştü..Odadan odaya heyecanla koşturup durmuştuk 'dahili telefon'u sanki biz icat etmiştik...Birbirimizin sesini bir teknoloji aracılığıyla duymak bizim için bir ilkti. Dairenin karşısında yazlık sinema vardı ve hatırlıyorum Niksar semalarında Bağdat Yolu şarkısının nasıl yankılandığını...Tahta sandalyelerini..İki tane de kışlık sinema vardı..Derebağlı kadınlar akın akın Ezo Gelin'i seyretmeye giderlerdi,dönerken hem yolun yokuşu hem filmin acıklılığı nedeniyle ağır ağır yürürlerdi.
**O yıllarda 'süzekte (çay süzgeci) çay' yapardık...şipşak...acil durumlarda. Sallama çayın adı yoktu. Çatkapı değil de 1Bir mâniniz yoksa size geleceğiz” rezervasyonuyla ziyarete gelenlere ise demli çay ikram edilirdi, sofra kurulurdu.
**Bakkaldan aldığımız şeyler eski gazeteden kese kağıtlarına konurdu, o eski gazetelere de 'okunacak nesne' gözüyle bakardık..Ninelerimiz takvim yapraklarını yere attırmazlardı, bilgi var diye saklarlardı. Yani naylon poşetler yoktu o zamanlar...fakat naylon ayakkabılarımız vardı. Lastik çizmeler renk renk..Sonraları fiyonklu ayakkabılarımız oldu...
**Evet...elektrik havuzunda yüzen erkek çocuklar, Çanakçı Deresi'nde (ki dışarıdan gelenlerin, sesini 'bütün gece yağmur yağdı' sandıkları) taştan taşa hoplayarak oynayan kız çocukları...Biz mutlu ve doğal bir ortamda çocukluğumuzu yaşadık. Büyüklerimizin dertleri çoktu belki, siyasi çalkantı dönemiydi belki...fakat bize hiç yansıtılmadı...Ya da biz yaşımız gereği o gibi olumsuzluklardan âzâdeydik. Seksek oynamak varken zoğal mı toplayacaktık? Dayak da yemişizdir yani...Haklı yere yenilen dayağın yerinde gerçekten gül bitiyor...
**Sonuç olarak...güzeldi altmışlı yıllar, çünkü çocuktuk !