HASANBABALI İSMET USTA / SELAHATTİN YARDIMCI / MEHMET (ÖMER ) DİZELCİ / H.TURAN TÜRK
Tokat Taşhan'da komisyonculuk yapanlarla birlikte nakliyatçılık, şoförlük ve pazarcılıkla yıllarını bütünleştiren, çok hizmet edenlerimiz de var. Biz bu yazımızda şimdilik üç değerden bahsedeceğiz.
ARNAVUT İSMET USTA NAMI DİĞER HASAN BABALI İSMET USTA
Gariplik bir yandan, ölüm bir yandan ben de zamansız ayrıldım elli yıllık o nazlı yârdan ,
Priştina nere Salih Ağam, Niksar nere Yüksel Paşam, kopmuşuz bir gece Balkanlardan.
Tahir Dedem derdi: Bir felaket, bir göç başladı mı, acımaz ey oğul, koparır canı candan,
Okusan şu yüzümü Hasan Hocam sen anlarsın Taşhan'da rüzgâr gibi geçen o zamandan…
---------------------------------------
20.04. 2022' de Taşhan ve komisyoncuları ile ilgili çalışmalarımız çerçevesinde Yüksel Yardımcı Bey'in aldığı randevu üzerine kendisi, Salih Bilgilioğlu ile beraber İsmet Usta Ağabeyin evindeyiz. Küçük oğlu Fatih'in servis ettiği çaylar ve pastalar arasında sohbete ve bilgi alışverişine başlayacağız.
Karşımızda yılların çizgilerini yüzlerinde bütünleştirmiş, yüreğinde biriktirdiği sevgi yüzüne aksetmiş ihtiyar bir delikanlı var. Balkanlardan atalarının Kosova' dan Priştina' dan Anadolu'ya ,Tokat' a taşıdığı hasret duyguları var derin bakan gözlerinde. Biliyorum ki yıllar sonra koptukları Prizren Bistrica Nehrinden Yeşilırmak'a akan sularda atalarının yaşayıp ona anlattığı kim bilir ne saklı hatıralar var.
Onun titreyen dudaklarından “Biz Priştina'dan gelmişiz hocam” sözleri dökülürken 2019 yılının Nisan ayında gittiğim, Türk-İslam mührünü vurduğumuz, uğruna nice kanlar döktüğümüz topraklardan Priştina, Prizren, Mamuşa ve Üsküp doluyor gözlerime. Priştina'da Murat Hüdavendigar'ın dua bekleyen türbesi, 18.yüzyılda Tokat'tan gidenlerin kurduğu Mamuşa'da, kanlarımız çektiği için olacak bacaklarıma sarılan Anadolu İlkokulu öğrencisi on yaşındaki Melda Mezrak geliyor aklıma.
“Nerde olsam çıkıyor karşıma bir karlı ova…
Sen misin, yoksa hayalin mi, vefasız Kosova “
Diyen o ata yadigârı, mübarek topraklardan Anadolu'ya göç eden bir ailenin evladı İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif ERSOY giriyor o an yüreğime.
Sonra Balkanları en ustaca duygularla anlatan Şair Yahya Kemal'in:
“Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lâhza bir alev gibi hasreti duyduğum”
Mısraları bizim de o topraklara hasretimizi zamanla daha da artırıyor.
Ve bu yıl bir araştırma için gittiğim Niksar Şarşak (Şakşak) Mezarlığında Priştina'dan gelen Şakir Ağa'nın oğlu Muharrem Şahin'in diğer komşu mezarların arasında sessizce ağlayan kitabesi geliyor gözlerimin önüne. Evet, İsmet ağabeyi bu duygular içinde dinliyorum… Dinliyorum…
***
İsmet Usta 1937 Tokat / Hasanbaba köyü doğumlu. Baba Ahmet Efendi, anne Fadime Hanımdır. Aile Balkan göçleri ile Kosova Priştina'dan Niksar'a Kapıağzı köyüne ilk gelenlerden. Dedesi Hafız Tahir Efendi bu köyde bulunan medresede yüzlerce öğrenci yetiştirmiş. Köy mezarlığında buraya ilk gelenlerin mezar taşlarında Priştinalı yazar.
O, fakirliğin kol gezdiği yıllarda geçim kaygısından okula gidememiş ve okuma yazmayı asker ocağında öğrenmiş. Askerliğini Malatya ve Adana/ Dörtyol' da 1958-1959 yılları arasında yapmış. 1960 yılında Necmiye İçmen Hanım ile evlenmiş. Ahmet Duran, Fatih ve Fadime (Şimşek) adlarında üç evlat sahibi.
Şimdi söz onun:
“Ben küçükken iş buluruz düşüncesiyle olacak ailemiz Niksar Kapıağzı köyünden Tokat merkeze bağlı Hasanbaba köyüne taşındı. Bu köyde iki üç yıl kadar kaldık. Bayırlardan yakmak için yedi-sekiz yaşlarında iken kütük söküp yakardık. Annemi hiç bilmiyorum bile. Babam da çok genç bir yaşta otuz yaşında öldü. Hayatın yükü haliyle çocuk yaşta bizim üzerimize düştü. 1948 yılında Taşhan' a başladığımda henüz on bir yaşında idim. Yıllarca Komisyoncu Mehmet Dindar'ın yanında çalıştım. Hayat bu, gariplik bir yandan ölüm bir yandan, zaman bizi çarkına taktı işte. Elin canı ele ucuz… Düşünün ki o dönemleri, otobüslerin sayısı oldukça az. Arabada yolcu fazla olunca beni kamyonun bagajına düşmesin diye bağlarlardı.
Şoförlüğü de onun yanında öğrenip muavinliğe başladım. Mehmet Dindar bana ekmek verdi, Allah razı olsun. Sadi Sağlamer'in, Boloslu Ağa Atılgan'ın yanında ve kardeşi Lütfi ile de beraber çalıştık. Sebze ve meyveleri Erzincan, Sivas, Kayseri (ara sıra ) Mersin'e (karşılıklı) götürüyorduk.
Hatırımda kaldığınca şoförlüğünü yaptığım araçların markası ve plakaları şöyle idi. 60 DS 883 Cargo 1994 60 DH 481,Ford 1983 model. İlk arabaya üçte bir ortak oldum, 1964 Moris BMC 60 AD 0442.
Şoförler arasında da Hasan Genç (Kara Hasan), Abdullah Çiğdem (Çingen Abdullah), Selahattin Yardımcı (Kara Selahattin) , Selahattin Göçkün, Hacı Duran (Turan Türk) ve Salim Fakı (Çil Salim) unutmadıklarımdandır.
Mal almaya gideceğimiz zaman buradan gider Niksar' da yatardık. Köylerden gelen patatesleri yükler getirirdim. Çok kaliteli ve dayanıklı olduğu için patatesi Akkuş'tan getirttirirdik.
Patatesi daha çok Mehmet Ali Karacaoğlu (Şahap'ın babası) Akkuş'tan getirirdi. Şimdiki gibi yol nerede, Reşadiye'ye bile beş saate ancak giderdik. Şimdi bir saatte oradasınız, yollar kaymak gibi.
Ben mesleğimi seve seve yapıyordum. Size unutamadığım bir hatıramı aktarayım.
Şoförlükte yeni yetişiyorum 13-14 yaşındayım. Sivas'a mal yükledik yavaş yavaş gidiyoruz. Zaten yollar stabilize ve bir hayli virajlı. Tokat –Yıldızeli arasında Karataş denilen bir mevkii vardı. Austin marka kamyonumuz yolların düzensizliğinden sık sık akis kırardı. Veli şoför Karataş'ı ve virajı geçti. Mart ayı hava çok soğuk, kar yağıyor biteviye. Beklediğimiz başımıza geldi sonunda, aks kırdı kamyon. Acemilik var ikimizde de. Defrensiyali söktük. Kamyondaki yükü Sivas'a giden başka arabaya aktardık.
Tipi, fırtına arabanın altından dersin sel gibi geçiyor. Baktım ki iş kötü. Çadırı fırtınayı kessin diye –olacak iş mi işte- oraya çektik. Sonra güç bela bir kibrit kutusunun yarısını harcayarak ateş yaktım. Kendimi mi, göğümü ısıtacağım fırtınayla dans eden bu ateşle anlayamadım. Akşam yediğimle aç susuz duruyorum. Zaman hızla ilerliyor kaldık karda kışta. Karanlık ta çöktü. Sis, duman doğru dürüst bir yer görünmüyor neredeyse, kaldık çaresiz dağ başında. Kuş uçmaz kervan geçmez bir ormanın içindeyiz sanki. Baktım ki öleceğim ömrümün baharında. Yeni terleyen bıyıklarım buz tutmamak için direniyor. Kurda kuş olmak da vardı artık kaderde. Belki de göremediğimiz aç kurtlar uzaktan işte bir av bulduk diye bizi izliyorlardı. Köroğlu'na yâr olmayan Çamlıbel bize mi yâr olacaktı… Tek umudumuz bu çaresizliğin içinde Çamlıbel'in bakımevine yakın olmamızdı.
Hem benim için bir silah hem de yol açmaya yarayan kurtarıcım küreği aldım, omzuma attım. Güç bela tırmanıp çıktım tepeye, çamlığa. Hani bizim güzel bir türkümüz var ya mırıldanıp durdum o sıkıntının içinde:
“Çamlıbel'den çıktım yayan
Dayan ey dizlerim dayan
Gardaş atlı bacı yayan
Nenni nenni, nenni nenni…”
Tipiye dayanan dizlerim yarım saate kadar bizi yukarı çıkarttı şükürler olsun. Köroğlu çeşmesi gürül gürül gürül akan sularıyla karşıladı, ”Ne işiniz var buralarda?” dercesine bizi. Çamlıbel Bakımevine girdik sıcacık saray gibi. Odun derdi yok, bir tarafa yığmışlar koca koca çam kütüklerini. İki sac soba harıl harıl yanıyor. Sağ olsunlar görevliler karnımızı doyurdular, çay verdiler. Nihayet kendimize geldik. Kamyonu mecburen orada bıraktık. Artık Tokat'a dönüp duruma çare arayacağız.
Ancak o yıllarda Tokat'tan Sivas yönüne üç araba kalkardı. Sabah 9.00' da, öğleyin 12.00 de ve öğle sonu 15.00' de. Kuyumcu Rasim Özkanlı otobüs sürüyordu. Sivas'tan o geliyormuş. Dört gözle beklediğimiz otobüs nihayet geldi bakımevine. Muavini de Tahsin Özkanlı idi. Otobüs dolu diye bir türlü bizi almak istemiyor. Derdimi anlatıp ”aç susuzum “dedim. Rasim Özkanlı biz konuşurken sesimi duydu, zaten tanıdıktı o aldı da memlekete geldim. İşte böyle, bir felaketin eşiğinden böyle döndüm.