Aynı yılın sonbaharında ağabeyim ve yengemin baskılarına dayanamayıp Tokat'a gitmeye karar verdim. Köyümden birkaç kişi ile akşam geç vakitte yola çıkıp sabaha karşı Tokat'a vardık. Orada Dokuztaşlar Mahallesinde oturan Ali Soyluer (Paşamın Ali) ile evli Hüsne Ablam vardı. Gece onlarda yatıyor, sabahtan akşama kadar eniştemin bulduğu işlerde çalışıyordum. Kâh sobalık odun kırıyor, kâh Behzat Çarşısında hamallık yapıyordum. İlkokul beşinci sınıfa geçmiştim ama yaşım itibarıyla bu işleri yapabilecek durumdaydım.
Tokat'tayım, aylardan ekimdi. Bir gün lakabına Badal dediğimiz köyden komşumuz Ahmet Arslan elinde bir kâğıdı sallayarak: “Oğlum Hüseyin seni anan Kadir gecesinde doğurmuş, yurda kabul etmişler” Diyerek yanıma geldi. Bu güzel sesleniş Behzat denilen yerde hala kulaklarımda benim için aydınlığa açılan yolun melodisi gibi çınlamaktadır.
Yurda gitmek için önce Tokat'tan köye, oradan da Sivas'a gidecektim. Köylülerimizden Mehmet Ünalmış'ın da köye gideceğini söylediler. Akşam yola çıktık, sabaha doğru köye ulaştık. Birkaç gün sonra Osman Ağabeyimle Sivas'a gittik. Hükümet binasına girdik. O yıllarda vali binası veya valilik demezlerdi. Elimizdeki yurda kabul belgesini memurlardan birine gösterdik. O da : “Valilik kalemine giriniz “ Dedi. Valilik kalemi belgeyi aldıktan sonra bize bir not yazarak onunla yurda gitmemizi söyledi.
Ağabeyim beni yurda bırakarak köye döndü. Artık köyümden, ailemden kopmuş ayrı bir yuvanın evladı, ferdi olmuştum. Yurttan bir öğretmen beni Dumlupınar İlkokulu'na kaydettirdi. Beşinci sınıfı orada okumaya başladım. Bir gün öğretmenim ders kitabından bir parça okutturdu. Daha sonra teneffüste bazı öğrenciler benimle alay ettiler. Köyümden şehre gelmiş, ne de olsa kelimeleri telaffuz etmekte güçlük çekiyordum. Bu durum çok ağrıma gitti. Türkçe'yi çok güzel konuşmak, kelimeleri çok iyi telaffuz etmek istedim. Sanıyorum çok kitap okuyarak başarabildim.
İlkokul bitti. Yaz dönemi başladı. Müdür baba beni lojmana çağırdı. Yurt müdürüne müdür baba diye hitap edilirdi. Yurt müdürü Ahmet Necati Ertuğrul Tokatlı ve çok kibar bir insandı.
Bana şöyle bir talimat verdi: ”Oğlum Hüseyin, anneyi iyi dinle, verdiği siparişi çarşıdan al getir” Ben büyük bir şevk ve heyecanla istenilenleri alıp getirdim.
Eşi Rukiye anne aldıklarımı inceledi ve beni de şöyle bir süzdükten sonra:
“Aferin oğlum, sen temiz ve titiz bir çocuğa benziyorsun. Bundan sonra her şeyi sana aldıracağım” Diyerek beğenisini ifade etti. Ben de :”Tamam anne “Dedim. Biz o dönemler hanımefendi tabirini bilmiyoruz.
Yine müdür babaya bir şeyler almak için çarşıya çıkmıştım. Resmi elbiseli birini gördüm ve merak ettim. Utangaç bir tavırla yanına giderek: “Sen nesin? “ Diye sordum. Gülerek askeri öğrenci olduğunu söyledi. Okul bitince de astsubay olacağını anlattı.
Müdür baba için aldıklarımı anneye teslim ettikten sonra akabinde Astsubay Okuluna gitmek istediğimi söyledim. Anne: “Tamam oğlum ben müdür babaya söylerim “ Deyince çok sevindim. Çünkü okumak istiyordum.
Böyle bir okula gitmezsem bir zanaat öğrenmem için usta yanına çırak olarak vereceklerdi. Yurtlarda ilkokul bittikten sonra bir ustamın yanında yetişsin, ileride bir işi olsun düşüncesiyle böyle hareket ediliyordu. Nedeni ise on sekiz yaşına ikmal edeni yurttan çıkarıyorlardı.
Ertesi gün müdür baba beni çağırdı. Astsubay okuluna gitmek isteğimi arz ettim. Aslında sözünü ettiğim meslek hakkında hiç bilgim yoktu. Sadece astsubay kelimesi çok hoşuma gitmiş, bir de astsubay öğrenci üniforması beni celbetmişti. Müdür baba gerekli tüm evrakları hazırlatıp askeri okula müracaatımı yaptı. Daha sonra açıklanacak bir tarihte Kızılırmak İlkokulunda Astsubay okulunun imtihanına gireceğimi söyledi.
İyi bir dereceyle sınavı kazandım.1959 yılında Kara Kuvvetlerine ait 6. Astsubay Hazırlama Ortaokulu'na girdim. Çorum'da okumaya başladım.27 Mayıs 1960 sabahı yemekhanede kahvaltı yaparken sınıf subayımız Amasyalı Ramazan Gürdallar içeri girdi ve: ”Çocuklar kahvaltıya ara verin ve beni dinleyin” diyerek ihtilalin ne demek olduğunu anlattı.
Söz konusu kelimelerin anlamlarını bilmek bir tarafa deyimi ilk kez duyuyorduk. Çoğunluğumuz köy çocuklarıyız. Her şeyden bi haber derler ya, işte biz de öyle bir şey. Sınıf subayımız konuşmasını bitirdikten sonra yemekhanenin bir köşesinde bulunan radyoyu açtı ve dinletti. Milli Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral Cemal GÜRSEL konuşuyor:” En kısa zamanda demokrasiye dönülecek, bana inanınız, güveniniz” Diyordu.
Çorum'daki okulumuz lağvedilince önce Merzifon'a sonra Mersin'e gönderdiler bizi. Orada askerliğini yedek subay olarak yapan konservatuar mezunu Suat Peker benim de dâhil olduğum yetenekli 20 askeri öğrenciye müzik dersi verip koro kurdu ve yetiştirdi. Astsubay Hazırlama Okulu bitince 1963 yılında o yirmi subay Suat Peker'in referanslarıyla Kara Kuvvetleri Ankara Mızıka Okuluna girdik.
Askeri öğrenciliğim süresince yarıyıl tatillerinde köyüme ancak bir defa gidebildim. O da Yıldızeli 'ne kadar trenle gittim ama köye gitmek için vasıta yoktu. Allah'tan köyümüzden biri Kebabçı'nın Halil Amca (Türk) herhangi bir nedenle Yıldızeli'ne gelmiş. Tesadüf ya o gün köye dönecekmiş. “Oğlum Hüseyin beraber gideriz” Dedi.
İlçeye yakın olarak Aşağı, Orta ve Yukarı Çakmak adında sırasıyla üç köy vardı. Hava kararmak üzere iken Orta Çakmak köyündeki onun asker arkadaşının evine yetiştik. O zamanlar askerlik arkadaşlığı yüce bir kavramdı. Türk milletinin birbirine bağlılığını dolayısıyla vatan vazifesinin yerine getirildiği dönemde kurulan arkadaşlık aynı zamanda yurdumuzun önemini ve ona verilen yüce değeri ortaya koymaktadır.
Sabah yola çıktık ama kar kış, kıyamet. Ipıssız arazi. Kurtlar gelse saldırsa bizi paramparça ederlerdi. O gidişim son oldu ondan sonra sadece yaz tatillerinde gittim köye.
Tatil bitince okula dönmek için yol param ve harçlığım yok. Tarlaları bölüştük, ağabeylerim ekip biçiyorlar ama bana bir şey veremiyorlar. Ancak çıkan zahireyi satacaklar ki bana da para verebilsinler. O da olmuyor. Nedenine gelince; elde ettikleri buğdayları değirmene götürüp un yapmaları lazımdı. Özellikle elli ve altmışlı yıllarda beslenme çoğunlukla una bağlıydı. Aynı zamanda köylüde para yoktu. Köylü yıllık olarak elde ettiği bir şeyi satarsa parası oluyordu. Yiyeceğinin üzerinde para kazanımı varsa satabilirdi. O da yoksa küçükbaş veya büyükbaş hayvan satması gerekiyordu ki para elde edebilsin. Ağabeylerime bana düşen tarlaları satmamın dışında başka çıkar yolun olmadığını biliyordum ama ben onlarla karşı karşıya oturup bu konuyu çözemeyeceğimi de düşünüyordum.
Başka bir çözüm geldi aklıma. Bizim sülaleden, Hıdıroğullarından ve nüfuzlu biri olan lakabına da Âşık Ali (Öztürk) denen bir büyüğümüz vardı, ona gittim:
“Amca tatil bitti, okula dönmem gerek ancak param yok” Diyerek kısaca durumu anlattım. Akşam ağabeylerimi bir yere topladı ve şöyle dedi:” Bu çocuk okuyacak, bundan sonra köye dönüp çiftçilik yapmayacak. Hangi tarlası hanginize uygunsa siz alıp, malınızı, davarınızı satıp parasını ödeyeceksiniz. “ Satışta pazarlığa girdiler. Halk arasında bir tabir vardır. 'Yok, fiyatına gitti 'derler. Biraz da öyle oldu maalesef. Ben de okul bitinceye kadar o parayı harçlık ettim.
Yatılı okulun en üzücü tarafı da arayan, mektup gönderen kimsen yoksa bir gariplik, hüzün çöküyor insanın içine:
“Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır
Bugün posta günü canım sıkılır
Ellerin mektubu gelmiş okunur
Benim ciğerime hançer sokulur” türküsü tam da bana göreydi.
Bunlar, bu olayları yaşamamış olanlara pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak yaşayan bilir. Toplu haldeyken mektubu gelenlerin adları okunur, kendilerine verilir. Anasından, babasından ve kardeşinden parası gelenlerin adları okunur. Paralarını almak için sınıf subayının odasına çağrılır. Ben yıllarca bu sevinçten yoksun kaldım. Bizim öğrenciliğimizde tek haberleşme aracı mektuptu. Bilhassa diyar-ı gurbette olanlar için. Okul bitti hayata atıldık Şimdi yeni bir dönem başlıyordu. Öğrenci iken tanıştığım kızla evlilik kararı aldık ama ülkemizin töreleri var. Ana, baba gidecek kızı isteyecek. İyi güzel de bende ana baba yok. Ağabeylerime gelince benim için Ankara'ya gelip bu görevi yapacak maddi durumları müsait değil. Bunları yapmaları için bizim memleketin deyimiyle malını, davarını satması gerek. Onu da ancak evlatları için yaparlar düşüncesi ile kendilerine bildirmedim.
Bu durumu evleneceğim kız ailesine anlattı. Ben de sevdiğim, saydığım töreyi yerine getirebilecek evli, astsubay Sivaslı bir ağabeyim Abdurrahman Karahan ile getirdim. 9 Nisan 1967'de Ankara'da Gül Gürel Hanım ile sade bir törenle masrafsız yuva kurduk. Eşimin ailesi mübadele sırasında Selanik'ten Türkiye'ye göç edenlerden. Sonra Ankara'ya yerleşmişler.
Bu mutlu yuvamızdan Mehmet Hakan ve Nalan doğdu. Mehmet Hakan emekli albay, kızım Nalan Öztürk Kılıçlı Biyoloji öğretmenliğinden emekli oldu. Hakan'dan, Amerika'da eğitim gören Umut'la, kızım Nalan'dan Almanya'da eğitim gören Seren adında bir torunum var.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım konulardan dolayı evlilik sürecindeki eziklik duygularım hayatımın her sahnesinde beni rahatsız etti. Elli altı yıllık evlilik hayatımda eşimin bana olan tutum ve davranışları insanca, uygarca oldu. Ben de onun sayesinde hayata tutunup başarılı olmaya çalıştığımı belirtmeliyim. Okulu bitirince 1 yıl kadar Astsubay Mızıka Okulunda kaldım sonra tayin için kuralar çekildi. Bana Afyon çıktı ancak bir arkadaşla Sivas üzerinden becayiş yaptık.1967'den 1973 yılına kadar kaldım. Aynı yıl Ankara 28. Tümen Bando Komutanlığına tayin oldum.1974 Kıbrıs Barış Harekâtında Tümgeneral Osman Fazıl Polat ile bütün tümen unsurlarıyla Kıbrıs'a gittik ve 6 ay kaldık. İsteyen 6 ay daha kalabiliyordu ama ben Kıbrıs Gazisi unvanı alarak Ankara'ya Kara Harp Okulu Bando Komutanlığına döndüm.1981 yılında şark görevi için Siirt'e tayinim çıktı. Üç yıl kaldım.7.Tugay Bando Komutanı olarak –Bando Astsubay Kıdemli Başçavuş rütbesiyle-hizmet ettim. Bu görevim sırasında Tuğgeneral İsmet Avşar ve İhsan Babur Paşa ile iki yıl çalıştım. Bu görevlerim sırasında takdirname aldım. 1984 yılında İzmir Ege Ordusu Bando Komutanlığı'na atandım. Sekiz yıl burada çalıştıktan sonra tayin istedim ve Lüleburgaz Tugay Bando Komutanlığı'nda görevlendirildim. Ancak altı ay çalışıp 1993 yılında emekli olarak İzmir'e yerleştim.”
Evet, Hüseyin Ağabeyin hayat hikâyesinden bir bölüm sunduk. Annemin küçükken bana öğrettiği bir türkü vardı dertli dertli söylediğim:
“Asker ettiler beni, kıdemli çavuş
Gurbet ellerinde oldum bir baykuş
Anadan, babadan, yardan bir haber yokmuş
Uçun kuşlar uçun İzmir'e doğru ”
Biz de Yıldız Dağı'ndan turnalarla bin selam gönderiyoruz İzmir'e memleket hasretiyle yaşayan bu değerli ağabeyimize…